70-MEARİC:
1. İstedi, dilendi, dua etti, sordu anlamlarına gelir. "İstedi" mânâsı diğer mânâların hepsini ifade edebilir. Nâfi, İbnü Âmir, Ebu Cafer kırâetlerinde hemzesiz gibi okunur ki, aynı mânâya gelebilmekle beraber "aktı" demek de olur. "Bir sâil yani bir isteyen veya soran yahut akan bir sel".
Burada tefsirciler bu âyetin iniş sebebi ile ilgili üç görüş zikrederler.
BİRİNCİSİ, Nadr b. Hâris "Ey Allah! Eğer bu senin tarafından gelmiş bir hak kitap ise, durma üzerimize gökten taşlar yağdır veya bize daha acıklı bir azap ver."(Enfal, 8/32) demişti. Bunun üzerine bu âyet indi. Çoğunluğun görüşü budur. Bazıları Ebu Cehil'in "Haydi üzerimize gökten bir parça düşürüver."(Şuara, 26/187) demesi üzerine indiğini söylemişlerdir.
İKİNCİSİ, Hasen ve Katâde şöyle demişlerdir: Yüce Allah Hz. Muhammed (s.a.v)'i gönderip müşrikleri azap ile korkutunca, müşriklerin bir kısmı bir kısmına, "sorun bakalım Muhammed'e. Bu azap kimin içinmiş ve kimin başına inecekmiş" dediler. Bunun üzerine yüce Allah "Bir soran, olacak azabı sordu." buyurarak onlardan haber verdi. İbnü Enbari: "Buna göre, "sordu" demektir. de yani "azabı" mânâsında kullanılmıştır. Bu, "Onu herşeyden haberdar olana sor."(Furkan, 25/59) âyetine benzer. O âyette de takdirinde olup "Onu" demektir.
ÜÇÜNCÜSÜ, bazıları da şöyle demiştir: Hz. Peygamber kâfirler için acele bir azap istemişti. Yüce Allah da: "Onların başına azap gelecektir. Onu savacak kimse yoktur, biraz sabret, güzel bir sabır gerekiyor." buyurdu. Çünkü "O halde güzel bir sabırla sabret." emri Peygambere geldiğinden isteyenin de o olduğunu gösterir. Bununla beraber birinci mânâ daha sağlamdır. Bu durumda Peygambere "sabret" emri, bu azabı isteyenin veya soranın küfür edip inkârda bulunarak eziyet vermek istemesi dolayısıyladır. Meydana gelmiş ve meydana gelecek mânâlarına olabilir. Burada maksadın ikincisi olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber, "Daha önce bunun benzeri kâfirlerin başına gelmiştir. Onun başına da gelecektir." demek olabileceği gibi, "Meydana gelmesine ilâhî emir taalluk etmiştir. Vakti gelince olacaktır. Onu, vuku bulmuş bir emir bil." mânâsına olması sözün akışına daha uygun düşmektedir. Ki, "kesinlikle ilerde vuku bulacağı için vuku bulmuş denilmiştir" diye meşhur olan nükte de bu mânâ ile açıklanabilir.
2. Kâfirler için. Bu kelime, "vâki" kelimesinin sılası, yahut "azab" kelimesinin sıfatı yahut "seele" fiili ile ilgilidir. Başında bulunan "lâm" harfi sebep bildirmek için de kullanılmış olabilir. "O, kâfirler içindir." şeklinde yeni bir başlangıç cümlesi de olabilir.
Bu kısım, azab'ın sıfatı, yahut hâl, yahut başlangıç cümlesi olabilir. Azabın sıfatı olduğuna göre mânâ "Kimsenin defedemiyeceği bir azap" şeklinde olur. Hâl olursa "Hiç kimsenin defedemiyeceği halde" demek olur. Yahut "Kâfirler için onu savacak yoktur." meâlindedir.
3. Allah'tan. "Allah'tan savacak" ve "Allah'tan gelen" demektir. "Mirâclar sahibi olan Allah". Bu, Allah'ın sıfatıdır.
MEÂRİC, Mirâc gibi veya aynı anlamda mim harfinin kesresi ile "minber" kalıbında "mi'rec" veya mimin üstünü ile "menhec" kalıbında "ma'rec" kelimelerinin çoğuludur. "Uruc" ve "Suud", yani aşağıdan yukarıya çıkma aletleri, merdivenler ve asansörler, yahut çıkılacak dereceler, mertebeler, yükseklikler demektir. "Zi'l-meâric" de bunların sahibi demek olur. Tefsirciler "Meâric" kelimesinin tefsirini yaparken başlıca dört yorum getirmişlerdir.
BİRİNCİSİ, İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere "gökler, yüksek dereceler" demektir ki, melekler bunlarda gökten göğe yükselirler. Bazıları da bunlar için gök demeden, "meleklerin emir ve yasaklarla çıktıkları asansörler ve derecelerdir" demişlerdir.
İKİNCİSİ, Katâde'nin rivayetine göre, faziletler, nimetler ve yücelikler, yani yükseklikler ve yüksek yüksek lütuflar ve nimetlerdir. Çünkü Allah'ın lütuf ve nimetlerinin birçok dereceleri vardır. Bunlar insanlara çeşitli mertebelerde ulaşırlar.
ÜÇÜNCÜSÜ, Cennette Allah'ın, dostlarına ihsan ettiği derecelerdir, denilmiştir.
DÖRDÜNCÜSÜ, manevî ve ruhî mertebelerdir. Fahreddin er-Râzî tefsirinde bu yorumu açıklayarak şöyle der: "Gökler yükseklik ve alçaklıkta, büyüklük ve küçüklükte farklı olduğu gibi meleklerin ruhları da kuvvet ve zayıflıkta, olgunluk ve eksiklikte, ilâhî marifetlerin vukuunun çokluğunda ve bu âlemin işlerini çevirme kuvvetinin şiddet ve azlığında farklıdırlar. Yüce Allah'ın rahmetinin bolluğunun eseri ve nimetlerinin nuru, gerek olağan ve gerekse olağanüstü yollarla bu âleme "Derken bir iş çevirenlere andolsun"(Nâziat, 79/5) ve "Derken bir emir taksim edenlere andolsun"(Zariyât, 51/4) buyrulduğu üzere o ruhlar aracılığıyla ulaşması nedeniyle yüce sözü, bu âlemden ona ihtiyaç basamaklarının yükselmesi için çıkış ve o âlemden buruya rahmet eserinin inmesi için iniş aletleri olan o değişik ruhlara işaret olabilir.
" Âlûsi de bunu şöyle açıklar: Bir de meâric, amellerin ve zikirlerin bulunduğu manevî makamlar; bir tarikata girmiş olan müminler için de o yolda yükseldikleri mertebeler, yahut meleklerin mertebeleri denilmiştir.
Bunun sadece ruhî ve manevî makamlar için olduğunu söylemeleri,
BİRİNCİSİ, âyette sadece meleklerin ve Ruh'un yükseldiğinin zikredilmiş olması,
İKİNCİSİ, Allah'ı cisme benzetme kuruntusuna düşülmemek için Allah'ın noksan sıfatlardan uzak olduğu kuralına uyulması düşüncesinden çıkmış olması gerektir. Fakat yer ve göklerin maddî olması, onların mülkünü elinde bulunduran ve cisimlerin ve ruhların yaratıcısı olan yüce Allah'ın bir cismî olmasını gerektirmeyeceği gibi, meâricin hem cismânî hem ruhanî olması da onların sahibi olan yüce Allah'ın noksan sıfatlardan uzak olmasına zıt olmaz. Zira, birisinin bir şeyin sahibi olduğunu ifade etmekte kullanılan kelimesi ile yapılan tamlamalar, sahib olunan şeyle onun sahibi arasında bir cüz'iyet - külliyet (parça bütün) ilişkisi olduğunu göstermez. Nitekim Zü'l-Mâl, mal sahibi, demektir. Bu, mal sahibinin malının içine hulul edip girerek onunla bütünleştiğini ifade etmez. Aynı şekilde yukarılara doğru yükselenlerin melekler ve Ruh olması çıkılan basamak ve derecelerin de sırf manevî ve ruhanî olmasını gerektirmez. Cismani ve ruhaniliğin üstünde olan yüce Allah'a yükselmek de cismanî ve ruhanî mertebelerin hepsinin üstüne yükselmek demek olacağı için o da bunlardan birine mahsus olmayı gerektirmez. Aksine bu makamda onların fani ve yok olucu olduklarını hissettirir. Bu mânâ ve hakikat iyice düşünülebilirse "meâric"ten maksat, İbnü Abbas'tan rivayet olunduğu üzere maddî ve manevî bütün varlık mertebelerini kapsayan dereceler demek olup meleklerin ve ruhların çıkıp indiği cismanî, ruhanî âlemlerin, tabaka tabaka bütün mertebe ve derecelerini, zi'l-meâric (dereceler sahibi) sıfatı da yüce Allah'ın bunların hepsinin sahip ve maliki ve hepsinin döneceği ve en son varacağı yer olmak sıfatıyle hepsinden yüksek olan yücelik ve ululuğunu ifade eder ki, bu mânâ Zi'l-Arş (Arş'ın sahibi) vasfı gibidir.
4. Bu mertebe ve basamaklarda çıkıp inen yüce Allah'ın kendisi değil, onun emri ve emrini taşıyan elçileri ve memurları yani melekler ve ruh olduğunu açıklamak için buyruluyor ki, Melekler ve Ruh ona yükselir. Onun emriyle hepsi çıkar yanına varır, ona döner, hepsi onun huzurunda "O gün Ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar."(Nebe, 78/38) âyetinin mânâsına göre saf bağlayıp dururlar. Vasıtalar tamamen kalkar. "Ve yalnız ona döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/245), "Oysa bütün işler Allah'a döndürülür."(Bakara, 2/210) "Yeryüzündekilerin hepsi fanidir."(Rahmân, 55/26), "Onun zatından başka herşey yok olucudur."(Kasas, 28/88), "Bugün mülk kimin?"(Mümin, 40/16) sırrı ortaya çıkar, ona karşı bir savunucu bulunmaz.
Burada melekler çoğul, Ruh tekil zikredilmiştir. O halde Ruh'tan maksat nedir? Bundan ilk evvel "De ki, ruh Rabbimin emrindendir."(İsra, 17/85) buyrulduğu üzere Rabbin emrinden olan Ruh akla gelir. Tefsircilerin çoğunluğu burada Ruh, "Meleklerine, Peygamberlerine ve Cebrail'e..."(Bakara, 2/98) buyrulduğu gibi, genel olarak zikirden sonra özel olarak zikir kabilinden Cebrail (a.s) olduğunu söylemişlerdir.
Ebu Hayyan da şöyle der: "er-Ruh, âlimlerin çoğunluğuna göre Cebrail'dir. Şereflendirme için özel olarak ayrıca zikredilmiştir. Burada meleklerden sonra, "O gün Ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar."(Nebe, 78/38) âyetinde ise önce zikredilmiştir. Mücahid, "er-Ruh, insanoğlunun yaptığı işleri yazmaya memur olan hafaza meleklerinin hafazası olan melektir." dedi. Bir de er-Ruh, Cebrail (a.s)'den başka ulu yaratılışlı bir melektir denildi. Ebu Salih, "insan şeklinde, fakat insan değil" dedi. Kabisa b. Züeyb, "alındığı vakit ölünün ruhu" dedi. Lakin "Âyetlerimizi yalanlayanlara ve onları kabul etmeyi kibirlerine yediremiyenlere göklerin kapıları elbette açılmaz."(A'raf, 7/40) âyeti gereğince kâfirin ruhunun yükselemeyeceği beyan edilmiş bulunduğundan muradın, müminin ruhu olduğu da kaydedildi. Razî de der ki: Allah'ın sırlarını gören keşif ehli kişilerden bazıları şöyle demiştir: Ruh, büyük bir nurdur. Nurların, Allah'ın azametine en yakın olanıdır. Diğer meleklerin ve insanların ruhları, ruh mertebelerinin en son derecesinde ondan dallanır. Bu derecelerin iki ucu arasında meleki ruhların mertebelerinin basamakları ve kutsi ruhların konak yerlerinin dereceleri vardır. Onların nasıl olduğunu Allah'tan başkası bilmez. Fakat kelâmcıların sözlerinden açıkça anlaşılan Cebrail (a.s)'dir. Bir günde bir zamanda. Bu ifadenin alakalı olduğu kelime ile ilgili iki görüş vardır. Birisi "yükselir" fiiline bağlı olmasıdır ki, yükselme o gün meydana gelir demektir. İkincisi de, Mukatil'den rivayet edildiği üzere bu "gün"ün yükselme fiiline değil, "vuku bulacak azap" sözüne bağlanmasıdır. Bu durumda Meleklerin ve Ruh'un yükselmesi zaman ile kayıtlanmamış, azabın meydana geleceği günün büyüklüğü anlatılmış olur. Bununla beraber bu ikisinden çekişme üzere hem azabın meydana gelmesi hem de yükselme ile ilgili olup ikisi de aynı gün olduğundan dolayı birininki zikredilmeyip öbürününki zikredilmiş bulunması mânâsı da anlaşılır.
Ki o günün miktarı ellibin sene eder. Burada "sizin saydıklarınızdan" kaydı yoktur. Fakat, "Gökten yere kadar bütün işleri o tedvir eder. Sonra da o iş, sizin sayageldiklerinizle bin yıl miktarında olan bir günde ona yükselir."(Secde, 32/5) buyrulmuş olmasına dayanılarak burada da o mânânın gözetileceğini söyleyenler olmuştur. Bununla beraber burada bu senenin melekler ve Ruh senesi olmak ihtimaliyle günün daha ziyade korkutma ve sakındırma ifade etmiş olması da ihtimal dahilindedir. Bazıları burada ellibin seneden maksadın, uzunluğun miktarını beyan değil, o günün dehşetinden kinaye olduğunu söylemişlerdir ki bu, o günün daha uzun ve daha kısa olmasına engel değildir. Nitekim Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunan bir hadiste, "O gün mümine hafifletilir. Hatta ona dünyada kıldığı bir tarz namazdan daha hafif olur." buyrulması da bunu andırır. Ebu Müslim gibi bazıları bu günü dünyanın ömrü zannetmiş, "ne kadar geçti, ne kadarı kaldı Allah bilir" demiş ise de doğru değildir. Dünyanın sonuna ait olması daha açıktır. Âlimlerin çoğunluğu şöyle demiştir: Bu günden maksat ahiret günü, kıyamet günüdür. Sûrenin ilerisine doğru yapılan açıklamalar da bunu gösterir. Fakat bu durumda, "ahiretin sonsuz olmayıp bir gaye ile sınırlanmış olması ve cennet ve cehennemin sonlu olmaları gerekmez mi?" diye bir soru sorulabileceği düşüncesiyle Ebu Müslim bunu dünya günleri şeklinde yorumlamak istemiştir. Lakin buna şöyle cevap verilebilir: Kıyamet gününün üfürmeler arasındaki zamanları gibi geçici çeşitli devreleri, durumları ve korkunç olayları vardır. Bunlar cennet ve cehenneme girmeden evvel inanan ve inanmayana başka başkadır. Bu ellibin senelik gün, kıyamet ve ahiretin hepsi değil, durup bekleme günleridir. Kâfir hesabı görülüp cehenneme gönderilinceye kadar böyle ne senesi olduğu bilinmeyen ellibin senelik duraklarda ve hatta nice durma yerlerinde böyle ellişer bin sene sıkıntılar içinde bekleyecektir.
5. O halde sabret, ey Muhammed! O kâfirlere öyle azap gelecektir. Bunun emri verilmiştir. Yahut cehennemde bir vadi sel gibi akmaya başlamış, o kâfirleri her taraftan saracaktır. Sen onların inkârlarına ve alaylarına biraz sabret. Fakat güzel bir sabırla, kendini üzmeyecek ve Allah'ın takdirine güzelce razı olarak görevine bakacak şekilde bir sabırla sabret.
6. "Onlar onu uzak görürler, biz ise onu yakın görüyoruz."
7. "Onlar onu uzak görürler, biz ise onu yakın görüyoruz."
8. Mühl gibi. Mühl, yağ tortusu, potada eritilen maden gibi kaynar. Türlü renklerde görünür. İbnü Mesud'dan, "eritilen gümüş gibi renkli" diye rivayet edilmiştir.
9. Yün, özellikle türlü renklere boyanmış olan renkli yün. Zira dağlarda. "Beyazlı kırmızılı çeşitli renkte ve kapkara tabakalar vardır."(Fatır, 35/27)
10. Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini kucaklayan, barındıran kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.
11. Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini kucaklayan, barındıran kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.
12. Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini ku.caklayan, barındıran kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.
13 Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini kucaklayan, barındıran kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.
14. Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini kucaklayan, barındıran kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.
15. Kuşkusuz o, yani azap ateşi alevli salgın ateştir. Bu, cehennemin bir ismidir.
16-19. Bu kelime alevli ateşin halini bildirir. "Derileri soyduğu halde alevli ateş" demektir. Yahut, "ben şunu kastediyorum" şeklinde bir fiil takdir edilerek, ihtisastan dolayı sonu üstün okunmuştur. Şeklinde okunan kırâete göre ikinci haberdir. Yani "O azap, alevli ateştir, derileri soyucudur." demek olur veya sıfat olur. Bu takdirde mânâsı, "derileri soyan alevli bir ateş" olur. Nüz'u kökünden "saldırıcı"; nezi' kökündense "soyucu" mânâsına gelir.
ŞEVÂ ; el, ayak gibi uzuvlar. Nitekim avcı; kol, bacak gibi öldürmeyecek noktadan bir uzva isabet ettirdiği zaman derler. Yahut bu kelime, başın derisi demek olan kelimesinin çoğuludur. Yani eli, ayağı, tepeyi, tırnağı soyar. "Derileri piştikçe, azabı duysunlar diye kendilerine yeni yeni deriler vereceğiz."(Nisâ, 4/56) âyetinin ifade ettiği gibi azap yenilenmek için onlar yine iade olunup eski hallerine çevrilir.
20. HELU, esasında bir çabukluk mânâsı bulunan, bir taraftan tahammülsüzlük, mızıkçılık; bir taraftan da şiddet ve hırs gibi farklı kavram arasında bir huysuzluk ifade eden, mânâsı tam açık olmayan bir vasıftır ki, şu iki âyet ile izahı yapılmıştır. Kendisine kötülük dokunduğu zaman çok çok sızlanır. Kendisine mesela bir ağrı, bir sıkıntı, bir yoksulluk, hastalık gibi bir acı dokundu mu kıvranır, sızlanır, feryat eder, dayanamaz, başkalarından medet bekler
21. yine kendisine bir hayır dokunduğu zaman da kıskanır Mesela bir servete, bir sıhhate, bir makama kondumu hırsından, kıskançlığından kimseye bir şey vermek istemez, ağladığı günü derhal unutur. Başı ağrıdığı zaman her şeyden ümit bekleyen o mızmız adam bu kez biraz kuvvet bulunca kimseye bir lokma vermemek, hayra engel olmak için sımsıkı bir afacan kesilir. Hakk'a ve hayra sırtını çevirir. Eline geçeni toplayıp yığmaya, saklamaya çalışır. Onun için de o salgın ateş onu çağırır. 22. Ancak namaz kılan o müminler, o huydan, o ahlâksızlıktan, o azaptan, o kötü sonuçtan istisna edilmişlerdir. Onlar aşağıdaki gibi güzel huylarla nitelenmiş olup cennetlerde ikram göreceklerdir. O huylardan
23. BİRİNCİSİ, namazlarına devamlıdırlar. Sadece "onun farz olduğuna inandım" demekle kalmayıp Allah'ın emrettiği ve Peygamberin öğrettiği şekilde bilinen namazlarını terk etmeksizin devamlı kılmayı da huy edinmişlerdir. Allah'ı ve emirlerini unutmazlar.
24-25.İKİNCİSİ, Mallarında (sade nasıl isterse öyle verecekleri nafile bir yardım değil, malına göre) belirli bir oranda bilinen bir hak, yerine getirilmesi farz bir Allah borcu olmak üzere bir vergi vardır. Buna inanıp da, dilenen ihtiyaç sahiplerine ve dilenmeyi gururlarına yediremedikleri için dilenmediklerinden dolayı zengin zannedilen ve fakat hiçbir kazançları bulunmayan yoksullara o hakkı seve seve, iyi niyetle bizzat veya vekilleri vasıtasıyle verirler.(bilgi için, Zâriyat, 51/19. âyetin tefsirine bkz.)
26. ÜÇÜNCÜSÜ, Din gününü, (iyi veya kötü amellerinin cezasının verileceği haşir, neşir ve hesap gününü) tasdik ederler. İmanlarında doğru olduklarını gösterirler. Yani hakkı ve hukuku tanıyıp ahirette verilecek sevaba iman ederek bedenle ve malla ilgili ibadetleri yapmak için gayretle çalışır, nefislerini zahmete koşar, ceza gününe inandıklarını böyle bizzat yaptıkları işlerle kanıtlarlar.
Burada ahiret gününü tasdikten maksadın sadece kalp ile veya dil ile yapılan ve teoride kalan bir tasdikten ibaret olmayıp bizzat yaparak kanıtlamak mânâsına olduğu, bu tasdikin namaz ve zekattan sonra amelî ibadetler arasında sayılmasından ve bunun onlardaki samimiyet ve ihlas anlatılırken söylenmiş olmasından anlaşılır.
27. DÖRDÜNCÜSÜ, Rablarının azabından korku üzere bulunurlar, kendilerine acıyarak azaptan korku ve sakınma üzere bulunurlar. Görevlerinde, yapmaları gereken işlerde kusur etmiş veya yasak olan bir şeye atılmış bulunmak ve Hakka layık işler yapamamış olmak endişesiyle korkar dururlar. Güzel güzel işler yapmakla beraber çalıştıkları, yaptıkları işlere güvenmezler, sonunda varıp kavuşacakları Allah'a karşı onları büyük bir şey yapmış gibi saymayıp küçük görürler. Onun huzuruna çıkacaklarını düşünerek "Rablarının huzuruna döneceklerinden kalpleri çarparak zekatlarını verenler.."(Müminûn, 23/60) övgüsü üzere kalpleri titriye titriye çalışırlar.
28. Çünkü Rab'larının azabından emin olunmaz. Aman verilmiş, kendisinden güvence alınmış değildir. Zira insan için bu dünyada herşeyi çözümlemiş, bütün görevlerini yerine getirmiş ve sakınılması gereken her şeyden sakınmış bulunduğunu iddia etmek mümkün olmadığı gibi, kaderin sırrı da bilinmemektedir. İnsanın bugüne kadar hiç kusur işlememiş olduğu varsayılsa bile yarın nasıl bir durum kazanacağını Allah'tan başka kimse bilemez.
29-30. BEŞİNCİSİ, Irzlarını, apışlarını korurlar, kimseye açmazlar, ancak hanımlarına ve ellerinin kazandığı, mülkleri altında bulunan cariyelerine karşı başka. Çünkü onlara karşı kınanmazlar. Falancanın üç dört zevcesi var, mülkü altında şu kadar cariye var diye övülmeleri gerekmezse de kınanmazlar ve yerilmezler. Kimsenin onları edebe, hukuka ve şeriate aykırı davranıyor görerek kınamaya ve yermeye hakkı yoktur. Zira hanımları nikah akdi, cariyeleri de onların mülkü olmalarıyle kendilerine helal olmuşlardır.
31. Fakat ondan ötesini isteyenler nikahlı eşlerinin ve mülkleri altında bulunan cariyelerin dışında zevk arayan, ırzlarını korumayan, harama açılan, gayr-i meşru ilişkide bulunan ve fuhuş yapan kişi, gerek erkek, gerek dişi, İşte onlar haddi aşan, sınır tanımaz kişilerdir. Onlar her türlü kınama ve yermeye, yasaklama ve engellemeye layıktırlar.
32. ALTINCISI, Onlar emanetlerine ve verdikleri sözlere uyarlar. Kendilerine emanet edilen söz, hâl, fiil, mâl, Allah haklarına ve kul haklarına; Allah'a ve kullarına, ailelerine, çolukçocuklarına, mülkleri altında bulunanlara, komşularına, yabancılara ve yakınlarına vermiş oldukları ahit ve sözlere uyarak onları tutarlar, bozmaktan sakınırlar. Şeriatın bütün hakları birer emanet olduğu gibi, yüce Allah'ın kullara vermiş olduğu uzuv, mâl, çoluk-çocuk, makam ve mevki ve diğer nimetlerin hepsi de emanettir. Onları kullanılması gereken yerin dışında kullananlar emanete hainlik etmiş olurlar. Buhari ve Müslim'de İbnü Ömer'den rivayet edildiği üzere dört huy kendisinde bulunan katıksız münafık olur. Kendisinde bu dört huydan birisi bulunanda da münafıklıktan bir huy, bir alâmet bulunmuş olur: "Emanet verildiği zaman hainlik eden, söz söylediği zaman yalan söyleyen, söz verdiği zaman sözünde durmayan, düşmanlığa kalkıştığı zaman da edepsizlik eden, yani yalan ve iftira ile edepsizliğe sapan."
Beyhakî'nin "Şuab-ı İman" da Hz. Enes'ten rivayet ettiği bir hadise göre, Peygamberimiz (s.a.v) bir hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Haberiniz olsun ki, emaneti olmayan kimsenin imanı yoktur. Ahdi olmayanın da dini yoktur."
33. YEDİNCİSİ, Şahitliklerinde dürüsttürler. Doğru, dürüst adaletle şahitlik yapar, şahit oldukları şeyin hiçbir noktasını gizlemeden, eğip bükmeden dosdoğru şahitlik ederler. Bu özellik, emanet kavramı kapsamına girmekle beraber, önemini açıklamak için özellikle zikredilmiştir.
34. SEKİZİNCİSİ, Namazlarını koruyucu olurlar. Ta başta namaza devam söylenildikten sonra, sonunda da namazın korunmasının ayrıca söylenmesi hakkında tefsirciler şöyle demişlerdir: Namaz vakitleri açısından, namazın hiçbir vakit terkedilmemesi için "namazlarına devam ederler" denilmiş; namazdan önce, namaz kılarken ve namazdan sonra yapılacak işlere özen göstererek en mükemmel bir şekilde olmasına dikkat etmek için de "namazlarını korurlar" denilmiştir.
NAMAZDAN ÖNCEKİ İŞLER, namazın mükemmel bir şekilde kılınabilmesi için vaktinden evvel gözetilmesi gereken hazırlıklar, vakitlerin girişine kalben ilgi göstererek dikkat etmek, abdest ve temizliğe; avret yerlerini örtmek, kıbleyi aramak, temiz elbise ve temiz yer ve mükemmel olmak için cemaat ve cami gibi hususlara dikkat etmek ve namazdan evvel kalbini vesveseden ve Allah'tan başka şeylere çevirmekten arındırıp kalp huzuru bulmaya ve gösterişten sakınmaya çalışmak.
NAMAZ KILARKEN YAPILACAK İŞLER, Namazın, Allah'ın huzuruna yükselten bir mirac olduğunu düşünerek ve hikmetini bilerek sağa sola dönmeksizin okurken ve zikrederken kalp huzuru üzere bulunmak.
NAMAZDAN SONRAKİ İŞLER, namazdan sonra boş söz ve işlerden ve günaha girmekten sakınmaktır.
Bununla beraber bütün bunları yapabilmek için en önemli bir şart daha vardır ki, o da namazın "korku namazı" halinde kalmaması ve namaz kılmaya engel olacak bir dış düşman saldırısına düşüverilmemesi için esenlik içinde bir vatan, bir İslâm yurdu ve burada iyiliği emir, kötülükten nehiy ile huzur ve sükunu gözetecek bir toplumun gerekli olduğu bilincine vararak o hususta gereğine göre karakol ve cihad görevine hazır bulunmak, yani Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak bir durumda bulunmak üzere korunmaktır. Tevbe Sûresi'nde geçtiği üzere, "Allah'ın mescitlerini ancak, Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar ederler"(Tevbe, 9/18) Yoksa namaza devam ihtimali kalmaz. Bu şekilde müslümanların taşıdığı bu sekizinci özellik, İslâm'da toplum kurumuyla asayiş, yönetim ve askerlik işlerinin namazı koruma gayesiyle özellikle ilgili olması gereğini anlatmıştır. Dolayısıyle namaza devam ederken, namazın önünde ve sonunda bu koruyuculuk görevini unutmamak gerektiği gibi, korurken de namaza devamı unutmamak ve onu korumak üzere kutsal bir görev olarak yapmak gerekir. Gerçi bu sûre Mekke'de inmiş olması ve Mekke'de henüz savaşa dair bir emir inmemiş bulunması itibariyle orada askerlik işleri söz konusu olamaz ise de onun hazırlanmasıyla ilgili böyle esaslar da yok değildir.
Görülüyor ki burada bu sekiz özelliğin başı ve sonu namaz ile çerçevelenerek hepsi de namaz kılan kişinin niteliği olarak özetlenmiş ve bu şekilde namazın dinin direği olduğu anlatılmıştır.
35. İşte bunlara Cennetlerde ikram olunacaklardır. Demek ki bu sekiz huy, cennetin sekiz kapısı yerindedir.
Meâl-i Şerifi
36- Şimdi ne oluyor o inkâr edenlere ki, sana doğru boyunlarını uzatarak koşuyorlar:
37- Sağdan ve soldan bölük bölük.
38- Onlardan herbiri, bir nimet cennetine sokulacağını mı umuyor?
39- Hayır, biz onları bildikleri şeyden yarattık.
40- Artık o doğuların ve batıların Rabbine yemine ne gerek, elbette bizim gücümüz yeter.
41- Onları kendilerinden daha hayırlı olanlarla değiştirebiliriz ve bizim önümüze geçilmez.
42- O halde bırak onları, kendilerine vaad edilen günlerine kavuşuncaya kadar dalıp oynayadursunlar.
43- O gün kabirlerden hızlı hızlı çıkacaklar, sanki putlara gidiyorlarmış gibi fırlayacaklar.
44- Gözleri düşük, kendilerini bir alçaklık saracak da saracak. İşte onlara vaad edilen gün, o gündür.
36-44. "Bölük bölük" Bu kelime "ize" nin çoğuludur ki aslı "mensup olmak" mânâsına gelen "azv" kökündendir. Herbiri bir bölüğe mensup olarak, parça parça, dağınık bir halde demektir. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'in etrafına halka halka, bölük bölük toplanıyor ve onun söyledikleriyle alay ederek: "Eğer Muhammed'in dediği gibi bunlar cennete girerlerse biz onlardan evvel gireriz." diyorlardı. Bunun üzerine bu âyetlerin indiği rivayet edilmiştir.
Meâric Sûresi, Hâkka Sûresi'nde buyrulan, "Gördüklerinize ve görmediklerinize..." (Hâkka, 69/38, 39) âyetiyle anlatılanlardan geleceğe ait görülecek şeyleri yüce Allah'ın değiştirmeye gücü yettiğini açıklayarak böyle bir tehdit ile son bulduğu gibi, bu gücü geçmişte görülmüş bir misal ile izah ederek aynı davayı açıklamak üzere bunu Nuh sûresi takip edecektir.