92-LEYL

92-LEYL:

"geceye yemin olsun".

Bu sûrenin başındaki yeminler, önceki sûredeki yeminlerin bir özeti olmakla beraber, sıralanmaları itibarıyla ayrıca dikkate değerdir. Orada nurdan karanlığa geçerek, yok olma ve soyulup çıkarılma âleminden Allah'ı ve nefsi tanımaya giden yol gösterilmiş ve bedenin karanlıklarında kalanlara sonunda hüsran ve zarar ile Semud kıssası anlatılmış idi. Burada ise yokluk karanlıklarından var olup görünme nuruna doğru açılmak, temizlenmek ve gelişmek suretiyle beka billah (Allah'ta baki kalmağ)'a doğru gidilecek ve sonunda rızaya erilecektir. O sûre bir korkutma ile son bulmuştu. Bu, korkutma ile başlayıp müjdeye doğru gidecektir. Önceki sûre yok olma ve ceza hatırlatmasıyla son bulduğu için bu sûreye geceye yemin ile başlanıp gündüzün ortaya çıkışına, yaratılışın erkek ve dişi ile gelişmesine ve çalışmaların farklılığına geçilmesinde "Onun sonucundan korkmaz."(Şems, 91/15) hatırlatmasının bir yönünü de açıklığa kavuşturmak vardır. Bir toplumun hatta bütün âlemin helak ve yok olmasıyla yaratıcıya bir eksiklik, bir ziyan gelmez. Onun kudretine bir duraklama arız olmaz. O, geceyi gündüz yapar ve dilediği gibi erkeği dişiyi yine yaratarak yaratılışa bir gelişme verir. Bu münasebetle karanlıktan ışığa, korkutmadan müjdelemeye doğru gidilmek ve müjde yolu gösterilmek üzere önce geceye yemin edilmiştir ki, dışımızdaki ve içimizdeki karanlıklara işarettir. Onun için geceye yapılan yemin şu kayıtla kayıtlanmıştır:

Bürürken veya bürüyeceği zaman, yani karanlığıyla Güneşi veya gündüzü veya örtebileceği her şeyi ile ufukları ve hatta gam ve sıkıntıyı, "Sizleri geceleri ölü gibi uyutan odur."(En'am, 6/60) buyrulduğu üzere ölüm mânâsında olan uyku ve gafleti ile gözleri ve gönülleri, bütün şuur ve nefisleri sarıp bürüyor, kaplıyor olduğu şu ana veya kaplayacağı geleceğe; kısacası şu anda ve gelecekte insanı ayrılıktan birleştirmeye, çokluktan yalnızlığa, görünen âlemden yokluğa götürmek üzere hücum ettiği veya edeceği koyu şiddetli zamana ki, tamamen istila etmiş bulunursa "fenâ-i küll" (tam yokluk) içinde gömülüp gitme hasıl olur.

Bu yeminle önceki sûredeki "Onu bürüdüğü zaman geceye."(Şems, 91/3) âyetine işaret edilmiş olmakla beraber mef'ul (tümlec)ün zikredilmesinde daha çok bir genelleme ve açıklamayıp müphem bırakmak suretiyle bir korkuya düşürme vardır. Dolayısıyla "leyl" kelimesinin başında bulunan lâm'ı cins mânâsına alarak gece cinsinin böyle bir anına veya bu lâmı ahit mânâsına alarak, hakiki ve mecazi bütün mânâsıyla en dehşetli gecelerin böyle bir saldırı anına işaret olabilir. vuku bulma mânâsı ifade etmek ve muzari fiil, "şimdiki" ve "gelecek zaman" mânâsına gelme ihtimalini taşımış olmak itibariyle bunun şu anda veya gelecekte gerçekleşeceğine de dikkat çekilmiştir. Bu izah şekli ile bunda Semud'un helak olma sırası gibi bir beldenin veya bir kavmin battığı, batacağı sırada saran öfke ve elem eserlerini halin hikayesi şeklinde bir hatırlatma ve genel olarak uyku ve gaflet veya şiddet ve sıkıntı ve özellikle Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderildiği sıralarda dünyayı sarmış bulunan cahiliye devri haline ve geleceğe ait olmak üzere de can çekişme haline veya kıyamet koparken olacak korkunç hallere işaret dahi vardır. Bu kayıt gösteriyor ki gece ile olaylar ve olması mümkün olan şeylere, aslolan asıl yokluğa değil, bilhassa sonradan arız olan veya olacak olan fanilik halinde geçici yokluk karanlığına yemin olunarak her şeyden önce onun gerçekleşeceğine dikkat nazarları çekilmiştir ki bu an eşyada "Yeryüzündekilerin hepsi fanidir. Celal ve ikram sahibi Rabbinin zatı bakidir."(Rahmân, 55/26-27) ve "Onun zatından başka her şey yok olucudur."(Kasas, 28/88) âyetlerinin okunduğu andır. Bunu okuyanlar fanilik hükmünden geçip bakilik yönüne giderler. Onlara o fanilik anından vahdet nuru ile bakilik âlemi tecelli eder. Bu şekilde karanlıktan nura götürülmek üzere buyuruluyor ki:

2. Ortaya çıktığı vakit gündüze yemin olsun. Önceki sûrede gündüzün, güneşi ortaya çıkardığı vakte yemin edilmişti. Bunda ise gündüzün kendi ortaya çıkışına yemin edimiştir. Bunda hak güneşinin vahdetle aydınlanıp İslâm'ın ortaya çıkışına işaret vadır. "bürür" ve "ortaya çıkar" fiillerindeki zamirler görünüşte biri gecenin biri gündüzün yerini tutmakla beraber gerçekte ikisi de yüce Allah'ın yerini tutan zamirlerdir. Örtmek de ortaya çıkmak da ona aittir. Bundan dolayı yemin yüce Allah'a döndürülerek buyuruluyor ki:

3. Ve erkeği, dişiyi yaratan o büyük kudret sahibi yaratıcıya, yahut "mâ"nın mastar "mâ"sı olmasına göre, onun erkeği ve dişiyi yaratmasına yemin olsun.

Bunda ortaya çıkışın tekten çoğa doğru akışına, önceki sûrede düzgün hale getirildiği belirtilen nefsin erkek ve dişi türlerine ayrıldığına, bu hitapların ikisini de kapsadığına, yokları var eden ve çoklukları birleştirerek bir nizama ve düzene koyan yaratıcının birliğine ve hayatta aktivite ve kabiliyetle birleşip bir araya gelme düzeninin önemine dikat çekme vardır. Bundan dolayı çalışma ve amelde farklılıktan sakındırarak birlik ve düzene teşvik için yeminin cevabında buyuruluyor ki:

4. Sizin çalışmanız birbirinden farklıdır. Yani çalışmalarınız birbirini tutmaz şekilde dağınık, ayrı ve düzensizdir. Oysa hayat ve kurtuluş, birlik nizamı içinde yardımlaşma ve birleşmeye bağlıdır. Nitekim "Hepiniz toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın." (Âl-i İmran, 3/103) buyurulmuştur. Yahut çalışmalarınız çok farklıdır. Kimi iyi çalışır kimi kötü, kimi yüksek kimi aşağı, kimi imanlı kimi imansız.

ŞETTÂ, "şetit" kelimesinin çoğulu olup ayrı ayrı, dağınık, perakende ve perişan mânâsınadır. Tefsirciler burada bunu hükümleri değişik, birbirinden uzak, kimi iman, itaat ve iyilikler gibi hayır ve hidayet; kimi küfür, isyan ve kötülükler gibi şer ve sapıklıktır meâlinde tefsir etmişlerdir. Çünkü gayeleri, hükümleri farklı olan çalışmaların neticesi ayrılık ve dağınıklıktır. Hayra koşan şerre koşandan elbette ayrılır. Bu durumda mânâ "Mümin olan fasık olan gibi olur mu? Bunlar eşit olmazlar."(Secde, 32/18); "Yoksa kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini, inanıp iyi amel işleyenler gibi mi yapacağımızı sandılar? Hayat ve ölümleri onlarla bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar."(Câsiye, 45/21) âyetlerinin mânâsına döner.

"İhtilaf edip duracaklar. Ancak Rabb'inin merhamet ettikleri hariç. Onun içindir ki Allah onları yarattı."(Hud, 11/118-119) âyetlerinin mânâsına göre ayrılma ve birleşme şeklinde düşünmek de mümkündür. Bununla beraber asıl maksadın, cahiliyye devrinde olduğu gibi dağınıklık ve ayrılığın kendisinden sakındırmak ve gönüllerde tevhid fikri ile amellerde bir düzene ve intizama sevkedilmek olması daha açıktır. Zira çalışmada dağınıklık ve perişanlık, bir diğerinin çalışmasını bozması itibarıyla aslında çalışmamaktan daha fena olan boşuna bir yorgunluk ve sakınılması gereken bir kötülüktür.

Bunun kaynağı da nefislerde farklı gayelere koşan heves ve arzuların değişikliğiyle gönüllerin küfür, şirk ve günah buhranları içindeki perişanlığıdır. Allah'ın birliğine hakkıyla iman edememekten ileri gelen bu durum ise bireyin de, toplumun da perişanlığıdır. Nitekim bu mânâ Hacc Sûresi'nde "Kim Allah'a ortak koşarsa onun durumu, yüksekten düşüp de kendisini kuşun didiklediği veya rüzgarın uzak bir yere sürüklediği kimsenin durumu gibidir."(Hacc, 22/31) ve İbrahim Sûresi'ndeki "Rabblerini inkâr edenlerin misali şöyledir. İşledikleri amelleri bir küle benzer. Fırtınalı bir günde rüzgar onu şiddetle savurmaktadır. Kazandıklarından hiçbir şey ellerine geçmez. O uzak sapıklık işte budur." (İbrahim, 14/18) âyetleriyle açıklığa kavuşturulmuştur.

Bir sonraki âyette gelecek olan beyan, dağınıklığın açıklanmasıdır denilmiş ise de söylediğimiz gibi "Hepiniz toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın."(Âl-i İmran, 3/103) mânâsı üzerine zıddını yapmayı teşvik ederek dağınıklıktan sakındırmak için hükümlerini açıklamak olması bizce daha uygundur.

5. Fakat her kim vermiş. Malının hakkı olan vergisini vermiş, "Kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar."(Bakara, 2/3) ve benzeri infak âyetlerinde beyan olunduğu ve az önce Beled Sûresi'nde geçtiği gibi hayır yoluna çıkan sarp yokuşu aşmak üzere köle azat etmek, darlık gününde yoksullara yedirmek ve müslümanları düşmanlara karşı savunmak ve desteklemek gibi hayır yollarına sarf edip harcamış ve korunmuş, takva yolunu tutmuş, Allah'tan korkup itaat yolunu tutarak kendini dağınıklıktan, fenalıktan, yasaklanmış şeylerden sakındırmış. "Ufak tefek kusurlar dışında, büyük günahlardan ve fuhşiyattan sakınanlar." (Necm, 53/32) vasfını elde ederek müttaki olmuş, Allah'ın korumasına girmiş

6. ve en güzeli tasdik etmiş ise. Hakikatte bir güzellik ve güzellerin en güzeli bulunduğuna inanmış, iyiyi kötüyü, fazileti rezilliği fark etmiş, iyilik güzellik yaptıkça güzelliklerin en güzele doğru gittikçe artacağına, iyilik yapanlara ilerisinin daha iyi olacağına inanmış, inanarak ihsanda bulunanlar hakkında iyimser olarak çalışmış. "İyi iş yapanlara daha güzeli, bir de daha fazlası var. Yüzlerine ne bir leke bulaşır, ne bir zillet. Cennet ehli işte bunlardır. Orada sonsuza kadar kalacaklardır."(Yunus, 10/26), "Kim çalışır bir güzellik kazanırsa ona daha fazla bir güzellik veririz."(Şura, 42/23), "Güzellik edenleri de daha güzeliyle mükafatlandıracaktır."(Necm, 53/31), "Allah güzel amel işleyenlerin ecrini zayi etmez." (Tevbe, 9/120), "İyilik edenlerin ecrini daha da artıracağız." (Bakara, 2/58) ve "elbette kendilerine yaptıklarının daha güzelini veririz." (Ankebut, 29/7) gibi âyetlerle vaad ve beyan olunduğu üzere ihsan eden, Allah'ı görüyor gibi sadakat ve samimiyetle güzellik yapanlara yaptıkları iyi işlerin ilerde artırılarak daha güzeliyle karşılığı, daha fazlasıyla ecir ve mükafatı verileceğini, sonunda en güzel akıbete, güzel bir son ile sonraki hayatta cennet ve cemale erdirileceğini, kısaca ihsan ve takva sahipleri hakkında dünyanın sonu ahiretin daha güzel olacağını tasdik etmiş, bu vaadin, bu en güzel hasletin, bu en güzel kelimenin, bu daha güzel mükâfatın bu en güzel sonun doğruluğuna inanmış, bunu kendisine inanç ve huy edinmiş ise...

HÜSNÂ, bilindiği gibi daha önce geçtiği üzere "ahsen" üstünlük sıfatının müennesi, "daha güzel" veya "en güzel" mânâsına sıfat olduğu halde, niteliği isim zikredilmemiş ve böylece isim olarak kullanılmıştır. Burada "haslet-i hüsna" en güzel haslet; iman ve ihsan hasleti, veya "Kelime-i hüsna", en güzel kelime: Kelime-i tevhid, yahut bir hakkı gösteren kelime, ahsen-i kavil yani en güzel söz olan tevhid kelimesi, Kur'ân; hüsnâ (en güzel) âyetleri öncelikle dahil olur. Veya -Millet-i hüsna: en güzel din ve millet, islam milleti, veya Mesube-i hüsna: daha güzel karşılık, yahut en güzel sevap ve mükafat, cennet diye birkaç şekilde tefsir edilmiştir. Hepsinin mânâsı bir demek ise de âyetlerin akışına göre en açık ve en faydalı olan mânâ, ihsan eden, Allah için güzellik yapan ihsan sahiplerine ilerde daha güzeliyle karşılık, sonunda en güzel sevap ve mükafat kavramıyla mesube-i hüsna (cennet) veya akıbet-i hüsna (en güzel son) mânâsı veya bunu vaad eden hüsna âyetleridir. En güzeli tasdik etmek, hüsna âyetlerinin mânâsı üzere ihsana daha güzeli ve fazlasıyla veya en güzel sevap ve akıbet ile mükafat olunacağına iman ve imanını fiilen sadakat ile isbat mânâsına düşünmek amelî bakımdan daha faydalıdır.

Malından vermek ve takvalı olmak gibi ihsana karşılık en güzeli tasdik eden, onun doğruluğuna inanarak sadakat gösteren kimse kuşkusuz gücü yettiği kadar hilesiz hurdasız ihsan yapmağa ve o en güzeli gerçekleştirmeye çalışır. Böyle kimse, dünyanın sonu önünden, ahiretin dünyadan daha güzel olacağı imanıyla iyimser olur. Fakat herkes hakkında ve mutlak olarak değil, ihsan şartıyla ihsan sahipleri hakkında iyimser olur. Fazileti rezilliği, iyiyi kötüyü birbirinden ayırır. Faziletin önü zor, acı olsa da sonu pek güzel, mutluluk olduğuna; rezilliğin önü rahat ve lezzet olsa da sonu pek kötü, mutsuzluk olduğuna inanarak fazilet yolunda mal ve bedeniyle çalışıp zorlukları aşmaktan; rezilliklerin lezzetini elem bilip sebeplerinden korunmaktan hoşlanır. İyilik hakkında iyimser olduğu kadar da kötülük hakkında kötümser olur. Böyle bir kimse ihsandan haz ve zevk duyacağı için malından vermeyi ve Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçmayı huzur ve gönül rahatlığı ile seve seve yapar. Hayra sarfettiği mal ve gayrete acımaz ve fenalıktan korunmak için sıkıntılara katlanmaktan, fedakarlık etmekten yılmaz. "Kim nefsinin hırsından korunursa, işte felah bulanlar onlardır." (Haşr, 59/9) der.

Bu şekilde "en güzel"e iman, var olma sırasına göre malını vermek ve takvalı davranmaktan daha öncedir. O fazilet ve ihsan, o tasdikin neticesi olarak tasdikten sonra olur. Böyle iken malını vermek ve takvalı davranmanın daha önce zikredilmesinde iki nükte vardır:

BİRİNCİSİ, tasdikten maksat yalnız içinden teorik ve sözlü olarak değil, pratik olarak da tasdik olduğuna, yani soyut bir şekilde "doğrudur" demek değil, fiilen samimiyetle yapılması da istenen ve bizzat malını verme ve takvalı olmanın, ihsana bağlı olarak yapılacak bir şey değil ilk evvel yapılması gereken birer istenen asıl olduğuna, bununla beraber iman olmayınca da gerçekte hükümleri olmayacağına dikkat çekmedir. Çünkü en güzelin fiilen tasdiki, malını Allah için vermenin ve Allah'tan korkmanın varlığıyla olur. Yani uygulamada hiç eseri görünmeyen tasdike, burada biraz sonra zikredilecek olan kolaylık vaadi gerekmez.

İKİNCİSİ, netice sebepten; bedel bedel olduğu şeyden; ücret ve mükafata hak kazanmak, vazife ve amelden sonra olduğu ve hüsna (en güzel), ihsanın gerektirdiği bir gaye olduğu için, gerçekleşme hususunda malını vermek ve takvalı olmaktan sonradır. Tasdikin sona bırakılması da hüsna ile ilgisi nedeniyle olmuştur.

7. Böyle her kim Allah için malını harcamış, takva sahibi olmuş ve en güzel olanı tasdik etmiş ise, biz onu en kolaya muvaffak kılacağız. En kolay yola, yani en çok kolaylık ve rahata erdiren "Kolay bir hesap ile hesaba çekilir ve sevinerek ehline döner."(İnşikak, 84/8-9) mânâsınca kolay hesap ile cennete girmek gibi refah ve mutluluk yolu olan hayır yoluna hazırlayacağız, kolaylıklara muvaffak kılacağız.

Beled Sûresi'nde geçtiği üzere başkaları için aşılması zor sarp bir yokuş olan hayır yolu onun için en kolay yol olacak, o bu zorlukları kolaylıkla aşacak, hayırlı işler yapmaya kolaylıkla mavaffak olup rahat ve mutluluğa erecektir.

Tefsirciler der ki: Bu 'daki "teysir", hazırlamak, hazır etmek mânâsınadır. Zira, "gemini ve eyerini vurup ata binmek için hazırladı" mânâsına denilir. Buradaki hazırlama da bu mânâda istiaredir. En güzel olanı hakkıyla tasdik eden, ihsanın neticesi hakkında iyimser olan kimse Allah yolunda harcamak ve ondan korkmak suretiyle hayır ve güzel şeyleri ne kadar zor olsa bile seve seve, aşkla ve atılarak yapacağından zorlukla değil, kolaylıkla, zevkle ve hoşlanarak yapar. Dolayısıyla o en güzele kolaylıkla ererek mutluluğa kavuşur ve aynı zamanda bu harcama ve takva ona, gittikçe o mutluluk yolunu kolaylaştırır. Sebep ve yollarını çoğaltarak maksada ulaşmayı kolaylaştırır.

8. Fakat cimrilik etmiş malını kıskanıp da vergi vermekten kaçınmış ve kendisini artık ihtiyacı yok sanmış, yani kendini doyuma ermiş, en güzel sonucu bulmuş, ilerisi için hiçbir ihtiyacı kalmamış, artık korunmayla ilişiği yok ve zengin sayarak haline, tekliğine saplanmış, geleceğini hesaba almayıp malıyla, dünya lezzetleriyle ahiret nimetlerine ihtiyacı kalmadığını zannetmiş

9. ve en güzeli yalanlamış, daha güzele veya en güzele inanmamış, cennet nimetleriyle ihsan sahibi kişileri bekleyen akıbetin daha güzel olacağı hakikatine "yalan" demiş, kısacası gün günden daha kötüdür ihsanın, korunmanın faydası yoktur diyerek sonuç hakkında kötümser olmuş ise

10. onu da en zor olana hazırlayacağız, ateşe girmek gibi en zor ve en güç akıbete götüren yola hazır kılacağız, onu en zor akıbete hazırlayacağız. O zorluğu yenemeyecek, zorluklar onun tepesine binecektir.

11. Çukura yuvarlandığı yahut helak olduğu vakit onu malı kurtaramayacaktır. Kıyıp veremiyerek biriktirdiği ve onunla zengin olmak, hiçbir şeye ihtiyaç hissetmemek istediği mal, onu kabre yuvarlanmaktan, helak olarak aşağıların aşağısına gitmekten kurtaracak değil, aksine azap ve zararını artıracaktır.

TEREDDÂ, yok olmak mânâsına "reda" kökünden, yahut yuvarlanmak mânâsına "tereddüt"dendir. İkinci şekilde aslı "tereddede" olup "doğan, konmak için süzüldü"(Geniş bilgi için Şems, 91/10. âyetin tefsirine bkz.) kelimeside olduğu gibi yâ'ya çevrilmiştir. Nitekim "mütereddiye" (düşen) kelimesi bundandır.

12. "Doğru yolu göstermek bize aittir." Bu, yukarıda yapılan beyanları açıklayarak vaaz ve irşat için yeni bir söze başlamaktır. Yani, haberiniz olsun ki her halde hidayet etmek ve yol göstermek bize atittir. Kurtuluşa götüren doğru yolu göstermek, hakkı ve doğruyu açıklamak, peygamber göndermek, kitap indirmek, sizin dışınızda deliller ortaya dikmek, içinizde kalplere iyiyi kötüyü ilham etmek Rab'lığa yakışır bir iştir. Allah'ın hidayeti olmayınca siz kendiliğinizden onu yapamazsınız, ona göre hidayeti kabul ettirip de hak ve hayır yoluna girmek de sizin dilemenize bırakılmış bir durumdur.

13. Kuşku yok ki, son da bizimdir, ilk de. Başta ve sonda mülk bizim, tasarruf hakkı bizimdir. Karşı çıkacak veya karışacak başka bir malik yoktur. O halde ne ahirette, ne de dünyada Allah'tan başka hükmü ve isteği geçerli olacak bir başvuru yeri bulmanıza ve onun hidayetine ihtiyacımız yok deyip de kendinizi kurtarmanıza imkan yoktur. O ne derse öyle olacaktır. Hidayet onun hidayeti, asıl irade onun iradesi, hüküm onun hükmüdür. Onun iradesi, hidayeti, hükmü aksine hareket etmek isteyen arzularınız, dilekleriniz, hükümleriniz hep sapıklıktır. Onun, sizin dilemenize bırakarak gösterdiği hidayeti kabul etmeyip aksine gitmek istediğiniz takdirde zarar edecek olan o değil, ancak sizsinizdir.

14. İşte size bir uyarı yaptım, bir ateş haber verdim ki alevlendikçe alavlenir, köpürdükçe köpürür.

TELEZZÂ, muzari (geniş zamanlı) müennes bir fiil olup aslı "tetelezzâ"dır. Mâzi (geçmiş zaman) olsa idi, ateş mânâsına gelen nâr kelimesi müennes olduğu için denilmesi gerekirdi.

15. Bir ateş ki, ona ancak en azılı, en bedbaht olan yaslanır.

EŞKÂ'dan maksat kâfir olduğu anlatılmak için şununla tefsir edilip açıklanmıştır:

16. O ki yalanlamış Hak hidayetine yalan demiş ve yüz çevirmiştir. Doğruya yalan demiş, iltifat etmemiştir ki işte bu kâfirdir. İlâhî takdire göre en mutsuz, en bedbahttır. O ateşe yaslanıp kalacaktır. Yalanlamaksızın yüz çeviren fasık ise en bedbaht değil, sadece bedbahttır. O ateşe girerse de yaslanıp kalmaz.

17. O en takvalı olan, yani hem küfürden hem günahtan korunan en müttaki ise, o ateşten uzaklaştıkça uzaklaştırılacak, çok uzaklaştırılacaktır. Çünkü o, ona yaslanıp kalmak şöyle dursun, asla girmeyecek, üzerinden kolaylıkla geçip cennete gidecektir.

18. O en takvalı kişi ki malını verir, temizlenir, feyiz alır, kurtuluşa erer. Yahut hal cümlesi olduğuna göre, temizlenmek üzere, yani Allah katında temizlenip artmak üzere malını verir.

19. Ve onda başka bir kimsenin bir nimeti yoktur ki karşılığı, mükafatı verilecek olsun, yani hiç kimseye borçlu ve minnet altında kalmış değildir ki verirken ona karşılık olarak versin. Yahut herhangi bir kimseye verdiği vergiyi ondan bir karşılık, bir mükafat bekliyerek vermez.

20. Ancak yüce Rabbinin rızasını aramak için verir, işin bu yönünü gözetir. Onu bulacak mı? denirse:

21. Yemin olsun ki, o muhakkak hoşnut olacaktır. kelimesinin başındaki yemin veya başlangıç için; olayın gelecekte gerçekleşeceğini bildirmek içindir. "hoşnut olacak" fiilinin fail zamiri, "takvalı kişi"yi de "Rabb"i de gösterebilir. Çokları bu zamirin "takvalı kişi"nin yerini tuttuğunu daha açık görmüşler, "o takvalı kişi Rabb'inden hoşnut olacak" demişlerdir ki, Rabb'inin aradığı rızasını bulup razı oluncaya kadar nimet ve ihsanına erecektir demek olur. İmam Razî, bu zamirin "Rab" kelimesinin yerini tutmasının daha yakın ve daha beliğ olduğunu, çünkü kul için yüce Allah'ın rızasının kulun kendi rızasından daha mükemmel olduğunu söylemiştir ki, Rabb'i de ondan razı olacak, rızasına erdirip onu razı ettiği kullarından kılacaktır. Yüce Rabb'inin rızasını arayan o en takvalı kul da daha önce Rabb'inden razı olduğu gibi aradığı rızaya erip aynı zamanda kendisinden de razı olunan bir kul olarak vasfı gerçekleşecektir demek olur. "Allah'ın rızası hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur." (Tevbe, 9/72)

Hakim, sahih diye Amir b. Abdillah b. Zübeyr'den, babasından rivayet etmiş, demiştir ki: Ebu Kuhafe, oğlu Hz. Ebubekir'e: Görüyorum ki, birtakım zayıf köleleri azat edip duruyorsun. Madem ki bunu yaptın, bari kuvvet olacak ve önünde duracak birtakım yiğit adamlar azat etseydin." demişti. O da: Babacığım, "Ben ancak murat ettiğimi istiyorum." dedi. Bunun üzerine "Malını Allah yolunda verip takva yolunu tutana gelince..." âyetinden "Onda hiç kimsenin, karşılığı verilecek bir nimeti yoktur." âyetine kadar olan âyetler indi.

İbnü Cerir der ki: Hakkında eser bulunanların en sahihi şudur: Demişlerdir ki: Bu Ebubekir (r.a.) azat ettiklerini azat etmesi sebebiyle onun hakkında indi. Bana Muhammed b. İbrahim Enmati anlattı. Ona da Harun b. Maruf, Bişr b. Seri, Mus'ab b. Sabit ve Amir b. Abdillah kanalıyla gelmiş. Amir demiş ki: Bana babamın anlattığına göre, âyeti Hz. Ebubekir es-Sıddık hakkında indi.

Bana Abdu'l-A'lâ anlattı. Ona da Ma'mer'den rivayet ederek Sevr anlatmış. Ma'mer demiş ki: Bana Saîd, Katade'den naklederek şöyle haber verdi: âyeti Ebubekir es-Sıddık (r.a.) hakkında indi. Bazı insanları kendilerinden ne bir karşılık ne de teşekkür beklemeden azat etmişti. Bunlar altı yahut yedi kişi kadar idi ki Bilal ve Amir b. Füheyre bunlardandı.

İbnü Ebi Hatim, Ebu'ş-Şeyh ve İbn Asakir İbnü Mes'ud'un şöyle rivayet ettiğini tesbit etmişlerdir: Hz. Ebubekir Bilal'i, Ümeyy b. Halef'ten bir hırka ile dörtyüz dirheme satın alıp azat etti. Yüce Allah da âyetlerini indirdi. Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı oldu.

Şimdi bu sûreyi de Duha, İnşirah ve Tin sûreleri takip edecektir.